29 Aralık 2012 Cumartesi

Anna Karenina (2012)


Anna Karanina benim uzun zamandır beklediğim filmlerden biri. Kitabını yıllar önce okuduğumda çok sevmemiştim. Ama filme büyük beklentilerle gittim. Yönetmeni Joe Wright'ı Pride and Prejudice ve Atonement'dan tanıyorum. İkisi de çok sevdiğim filmler. Keira Knightley'e eski zaman kıyafetleri içinde bayılıyorum. Matthew Macfadyen ve Jude Law da çok sevdiğim oyuncular. Vronski karakterinde açıkçası Jude Law yerine Aaron Taylor-Johnson diye birini görünce biraz hayal kırıklığına uğradım ama yine de benim için efsane olmaya aday bir filmdi.  


Ancak malesef olmadı, sevemedim ben bu filmi. Bir kere filme verilmiş tiyatro havasındaki sahne geçişlerini sevmedim. Filme girmemi zorlaştırdı. Filmin ilk yarısı çok sıkıcı geldi bana. Gereksiz sahneler uzatılıp, gerekli sahneler aceleye getirilmiş sanki. Anna Karenina'nın o en başta herkesin hayran olduğu, güçlü kadın imajı da bana pek verilmemiş gibi geldi.


Genelde dönem filmlerinin dans sahnelerine bayılırım. Bunda da ortam, görsellik, kıyafetler hoşuma gitti. Ama dans türünden mi neyse artık bana bu dans çok tuhaf geldi. Maalesef Karenina ve Vronsky'nin aşklarının neredeyse başlangıcı olan bu sahneyi de sevemedim.


Sevdiğim nadir sahnelerden biri, Anna Karanina Vronsky'nin yarıştığı at yarışını izlerken, Vronsky düşünce, Vronsky'nin ismini haykırdığı sahne oldu.


Anna Karenina kitap olarak, Anna'nın iç dünyasına fazlasıyla girer. Anna; aşkı için kocasını, onurunu, toplumdaki yerini, arkadaşlarını en önemlisi oğlunu bırakır. Herkes tarafından dışlanır ve elinde kalan tek şey aşkı olur. Vronsky ise hayatına devam eder. Bir süre sonra Anna kıskançlık krizlerine girer, sürekli sorun çıkarmaya başlar. Vronsky ise yavaş yavaş bundan sıkılmaya başlar.  Aslında kendi edebiyatımıza bakarsak Aşk-ı Memnu'yla çok büyük benzerlik taşır. Tolstoy, Anna karakteri için mükemmel bir ruhsal analiz sunar.Ben filmde bunu göremedim. Sonlara sıkıştırılmış birkaç kıskançlık krizi, birkaç kavga vardı. Ama hepsi sadece Anna'nın paranoyası gibi gösterilmiş. Anna'yı intihara sürükleyen olaylar çok hızlı geçilmiş. Ve sonunda Anna o raylara gittiğinde aslında aşkının ellerinden günden güne gittiğini gördüğü için gider. Anna aşkını canlı tutmak için elinden geleni yapar ama attığı her bir adımda daha çok bataklığa saplanır. En sonunda kendisini öldürerek Vronsky'nin içinde kendisini ölümsüz aşk yapmış olur. Ama ben filmde bunu hiç göremedim. Sonunda Anna'nın intiharından sonra Vronsky'e hiç değinilmemesi de eksik geldi bana. Çünkü kitapta insanı en mutlu eden şeylerden biri Anna'nın amacına ulaştığını görmekti.

Çok fazla uzatıp diğer karakterlere falan girmek istemiyorum. 7.1 imdp puanı olduğunu söyleyip kitaptan bir cümleyle sözlerimi sonlandırıyorum. 
"Vronski Anna’ya, kopardığı solmuş bir çiçeğe, onda artık onu koparmasının sebebi olan güzelliğini görmeden bakan bir insan gibi bakıyordu."





26 Aralık 2012 Çarşamba

500 Days of Summer (Aşkın 500 Günü)



2009 yapımı Marc Webb filmi 500 Days of Summer'ı koleksiyonuma ekliyorum bugün. Başrollerinde Zooey Deschanel ve Joseph Gordon-Levitt'i bulunduran film "This is not a love story. This is a story about love" sloganıyla karşımıza çıkıyor. Benim efsane film listemde bulunan bir film 500 Days of Summer. Her ayrıntısı çok güzel düşünülmüş, her sahnesi çok güzel çekilmiş. Aşık olma hissini belki de en güzel anlatan, anlatabilen filmlerden biri.


Harika soundtracki, harika çekimleri olan izlenebilecek en gerçek hayata ait film belki de. Favori sahnelerimden biri Summar'a aşık olan Tom'un(Joseph Gordon-Levitt) karşılık aldıktan sonraki, arabanın camında kendisini süper yakışıklı görmesiyle başlayan ve tüm insanlığın onunla dans ettiği sahnedir ki evet aşk böyle bir his işte dedirtmiştir.

Dediğim gibi ayrıntıları, replikleri çok ince düşünülmüş bir filmdir 500 Days of Summer.
"154. Gün
Bilemiyorum dostum. Kesinleşti galiba. 
Summer'a resmen aşık oldum.
Gülüşünü seviyorum.
Saçlarını seviyorum.
Dizlerini seviyorum.
Boynundaki kalp şeklinde olan doğum lekesini seviyorum.
Konuşmadan önce bazen dudaklarını yalamasını seviyorum.
Gülerken çıkardığı sesleri seviyorum.
Uyurken ki halini seviyorum.
Bu şarkıyı her duyduğumda aklıma onun gelmesini seviyorum.
Bana hissettirdiklerini seviyorum.
Sanki her şey mümkünmüş gibi. 
Sanki yaşamaya değermiş gibi.
322. Gün
Summer'dan nefret ediyorum.
Yamuk yumuk dişlerinden,
1960'lardan kalma saç kesiminden...
kemikli dizlerinden 
boynundaki ezilmiş hamam böceğine benzeyen lekeden nefret ediyorum.
Konuşmadan önce dudaklarını yalamasından nefret ediyorum.
Gülerken çıkardığı sesten nefret ediyorum.
Bu şarkıdan nefret ediyorum!"

Bir başka favori sahnem de filmdeki beklentiler ve gerçek sahnesi. Yukarıdaki fotoğraf anlatıyor zaten bu sahneyi başka söze gerek kalmıyor.


Filmin sonunda Summer başkasına aşık olur ve o aşka inanmayan, gerçekçi kız gidip yerine tüm düşünceleri değişmiş bir Summer gelir.
"-Bir sabah uyandığımda biliyordum.
+neyi biliyordun?
-seninleyken asla emin olamadığım şeyi."

Ben bu filmde bir sürü insanın aksine Summer'a hiç kızmadım. Her iki karakter de, ilişkileri de, duygular da o kadar gerçekçi ki filmde bir tane laf söyleyecek şey bulamıyorum.


7.8 imdb si var ama kesinlikle romantik film kategorisinde benim başyapıtımdır kendisi. Olur da gözü buraya çarpıp izlemeyen varsa kesinlikle hemen şu anda bulsun ve izlesin diyorum ve sözlerimi bitiriyorum.





The Ides of March (Zirveye Giden Yol)


2011 yapımı Ryan Gosling ve George Clooneyli The Ides of March'ın yönetmeni de George Clooney. Kötü bir film değil ama izledikten birkaç ay sonra hakkında çok şey hatırlanacak bir film de değil. Clooney'e Mike Morris karakteri çok yakışmış. Karizmatik, hitabeti mükemmel politikacı tam oturmuş üstüne. Ryan Gosling de idealist yardımcı konusunda çok iyi durmuş. Film, Stephen'ın (Ryan Gosling) idealizmden politikanın gerçeklerini kabullenip, kendi kariyeri için oyunu kurallarına göre oynamayı öğrenmesinin hikayesi ana konu olarak.


Ama Amerika'nın politik işleyişini çok fazla bilmeyince filmi anlamak biraz zorlaşıyor. Çok fazla politik geldi bana. Verdiği mesaj sanki biraz politika da tamamen iyi taraf yoktur ama kötünün iyisi vardır gibi geldi.

Filmde iyi oyuncular, iyi oyunculuklar birkaç iyi aforizma var onun dışında pek bir şey yok.
"Onların yerine geçmedikçe birilerini yargılamak küstahlıktır." 

Ayrıca da filmde aklımda en çok kalan sahne de milyon dolarlar harcayıp seçim kampanyası yürüten bir ekibin 900 dolar çıkaramaması oldu. 


Film hakkında pek iyi bir şey yazmadım ama kötü bir film olduğunu da düşünmüyorum. Ryan Gosling ve George Clooney için izlenir. Imdb'si 7.2 diyorum ve bitiriyorum.




23 Aralık 2012 Pazar

The Painted Veil (Duvak)


2006 yapımı Somerset Maugham'ın kitabından uyarlanmış Edwart Norton ve Naomi Watts'ı buluşturan The Painted Veil en iyi aşk filmleri listemin ilk 5'inde. Aşkın bir insanın hayatını nasıl güzelleştirebileceğini en güzel anlatan film belki de. Bu filmi unutulmaz yapan o kadar çok şey var ki. 

Kitty(Naomi Watts) ve Walter(Edward Norton) tamamen birbirinden farklı hayatlar yaşayan, çok farklı hayatları yaşamaktan hoşlanan iki insandır. Walter bir partide gördüğü Kitty'e ilk görüşte aşık olur ve evlenme teklif eder. Kitty de annesinin baskıları nedeniyle bu teklifi kabul eder. Tanışma sahnelerinde çalan Erik Satie'nin gnossienne 1i ise filmle birlikte beynime kazındı.


Film Kitty'nin Walter'ı aldatması ve Walter'ın da bunun üzerine Kitty'i alıp Tayland'ın kuş uçmaz kervan geçmez bir kasabasındaki kolera salgınını çözmek üzere çıktığı yolculukla başlıyor. Flashbacklerle birlikte hikaye devam ediyor. 


Birlikte yapmak istedikleri hiçbir şey olmayan, tamamen farklı şeylerden hoşlanan bir çiftin birlikte olmayı öğrenme hikayesi bu.
"-Biz insanlar, senin o şapşal mikroplarından çok daha karmaşık yapıdayızdır. Bir anımız bir anımıza uymaz. Hatalar yapar, hayâl kırıklığına uğrarız.
+Evet, kesinlikle uğrarız.
-Çok üzgünüm. Olmamı istediğin o harikulade kadın olamadığım için çok üzgünüm! Ben yalnızca, sıradanım. Asla olmadığım biri gibi davranmaya çalışmadım.
+Hayır, kesinlikle çalışmadın.
-Tiyatrodan, dans etmekten ve tenis oynamaktan hoşlanırım. Oyun oynamayı severim. Oyun oynayan erkekleri severim. Tanrı beni affetsin, ben bu şekilde yetiştirildim.
+Aslında ben de çılgın briç oynarım.
-Aman ne heyecan verici! Hele sen! Beni Venedik'te o bitmek tükenmek bilmeyen müzelere sürükleyip kanalların mucizeleri hakkında zırvalayan ve iç deniz midir nedir, o şeyin niteliklerini anlatıp duran sen değil miydin? Açık söyleyeyim, Sandwich'te golf oynasam çok daha mutlu olurdum.
+Sanırım haklısın. Birbirimizde, hiç sahip olmadığımız nitelikleri aramak aptallıktı."


Ama benim için filmi asıl unutulmaz yapan Kitty'nin üstünden aşkın nasıl bir şey olduğunu anlatması oldu. İlk geldiğinde her şeyinden nefret ettiği kasabada mutsuzluktan ölen bir Kitty vardı. Her yer karanlıktı her şey oradan kaçıp gitme isteği veriyordu. Sonra yavaş yavaş kocasını sevdikçe yüzündeki gülümseme, her şeye pozitif bakması kısacası aşkın getirdiği mutluluk bu filmde o kadar güzel verilmiş ki. 

   
                                  

Son olarak filmin sonunun bu kadar etkileyici olmasında çok katkısı olan ve sözlerini anlamasak da bir şarkının insanın içine işleyebileceğini gösteren a la claire fotaine'i koymasam olmazdı. Imdb puanı kesinlikle daha fazlasını hakettiği bir 7.5'tur diyorum ve The Painted Veil yazımı da sonlandırıyorum.






Lars and the Real Girl (Gerçek Sevgili)


2007 tarihli Ryan Goslingli Lars and the Real Girl pek fazla adı sanı duyulmadığı için beni şaşırtmış filmlerden. Ryan Gosling'in olması bir filmi izlemek için yeterli sebep benim için. Bu filmde her zaman olan o cool, karizmatik Ryan Gosling yok. Ama film çok orijinal bir senaryoya sahip, etkileyici ve hoş. Lars küçük bir kasabada abisi ve yengesinin evinin yanındaki garajda yaşayan sıradan bir işi, sıradan bir hayatı olan yalnız bir adamdır. İnsanlarla mümkün olduğunca iletişime geçmez. Bir gün kendisine internetten gerçek boyutlarda yapma bir bebek alır ve herkesle sevgilisi olarak tanıştırır. İlk başta konu sapkın görünüyor ve biraz geriyor. Ama filmde hiç gerilim yok, kötü insan yok, kötülük yok. 

Lars'ın abisi ve yengesine, mimiklerine, karakterlerine bayıldım. Lars'ın hayal dünyasına girmelerini, Lars'ın oyuncak bebeği Bianca'yı kabullenişlerini çok sevdim. Abisinin ilk başta verdiği gerçekçi tepkileri de zamanla geçirdiği süreci de çok güzel anlatmış film.


Tabi ki filmde anlatılan ütopik bir kasaba. Ama filmi bana sevdiren şey bu oldu. Hiç kimsenin alay etmemesi, herkesin Bianca'yı kabullenmesi ve topluca Lars'ın iyileşmesini sağlamaları çok güzel. Ayrıca Lars'ın psikolojisinin anlatılışını da çok sevdim. Lars'ın iç dünyasını en iyi anlatan repliklerden biri Lars'ın Bianca'ya aldığı yapma çiçekler hakkında düşündükleridir.
"Güzeller değil mi? Bunlar gerçek değil, yani sonsuza dek kalacaklar. Hoş değil mi?"

Başka çok sevdiğim bir replik ise Lars'ın doktorla yaptığı insanların ona dokunmasıyla ilgili hissettiklerini anlattığı replik oldu.
"-Birinin seni kucaklaması insanı çoğunlukla rahatlatan bir duygudur, öyle değil mi?
+hayır
-yapma, kendini iyi hissettiriyor.
+kendini iyi hissettirmiyor. Acı veriyor.
-bir kesik ya da çürük gibi mi?
+yanık gibi. Hani dışarı çıkarsın da ayakların donar, sonra tekrar eve geldiğinde ağır ağır ısınır ya onun gibi işte. Hemen hemen aynısı.
-Herkese karşı mı böyle?
+Bianca'yla daha farklı. Ama diğer herkes için geçerli.
-İnsanların sana dokunmasına izin vermiyorsun yani? Lars, bundan kaçınmak zor olmuyor mu?
+Aslında gerçekte dokunmuyorlar, çünkü kat kat giyiniyorum."

En sonunda da yüzde tebessüm bırakan filmlerden Lars and the Real Girl. Değişik bir mutluluk hissi veriyor. Son olarak imdb puanı 7.4 diyorum ve sözlerime son veriyorum.









20 Aralık 2012 Perşembe

Never Let Me Go (Beni Asla Bırakma)


Kazuo Ishiguro'nun aynı adlı romanından uyarlanan 2010 yapımı Never Let Me Go Carey Mulligan, Andrew Garfield ve Keira Knightley'i birleştiriyor. Aslında sinemada ekmeği sık sık yenen bir konunun çok güzel işlenmiş bir versiyonu film. Kısaca bahsetmek gerekirse tıp dünyasında 1952 yılında bir devrim olmuştur ve özel olarak üretilen insanların organları yıllardır bir sürü kişinin hayatını kurtarmıştır.  Bu özel insanlar çocukluklarından itibaren bu iş için hazırlanmış, dış dünyayla iletişimleri minimum tutulmuştur. Film klonlanmış üç arkadaşın çocukluklarından başlayıp aşkları, arkadaşlıkları etrafında devam ediyor.


Filmi hoş bir aşk hikayesi yapan şey Kathy'nin (Carey Mulligan) Tommy' ye (Andrew Garfield) olan bitmeyen aşkı. Çocukluğundan itibaren sonsuza kadar büyük bir sadakatle asla vazgeçmeden sürdürdüğü bir aşk bu. 

Ama olaylar her ne kadar bir aşk hikayesi etrafında dönse de bir aşk filmi değil Never Let Me Go. Karakterlerin kendi kaderlerini hiç itirazsız kabullenişi çok iyi anlatılmış. Öyle ki izlerken niye itiraz etmiyorlar, kaçsınlar, isyan çıkarsınlar fikirlerini çok düşündürtmüyor. 


Umudu ve çaresizliği karakterleriyle birlikte hissettiriyor. Ve insana kendisini sorgulatıyor.
"Size resim yaptırıyorduk çünkü sizlerin de en az onlar kadar insan olduğunuzu bilmelerini istiyorduk. Ama kimsenin ilgilenmediği bir soruya cevap arıyorduk. İnsanlara sorun, göğüs kanserinin, akciğer kanserinin motor nöron hastalıkların olduğu zamanlara dönmek ister misiniz? Kolaylıkla hayır derler." Bu replikten sonra ben düşündüm açıkçası ne yapardım bu durumda diye.


Filmin son sahnesi ve repliği de yine muhteşem.
"Buraya geliyorum ve her şeyin çocukluğumdan beri kaybettiğim her şeyin yenilendiğini hayal ediyorum. Gerçek olduğuna inanırsam ve yeterince uzun beklersem ufukta ince bir siluet belireceğini ve yaklaştıkça Tommy'e dönüşeceğini biliyorum. Bana el sallayacak belki de bana seslenir. Bundan ötesine geçemem. Buna izin veremem. Onunla geçirdiğim her anın ne kadar değerli olduğunu hatırlatıyorum kendime. Bizim hayatımız kurtardığımız hayatlardan ne kadar farklı olabilir. Hepimiz bir gün son buluyoruz. Ama sadece bazılarımız, yaşadıklarının ve ellerinde kalan zamanın farkında olabiliyor."

Tüm filmi yazsaydın diyebilirsiniz tabi ama kesmeye kıyamadım bu son monoloğu ve hepsini alıverdim. Son olarak imdb puanı 7.2 ve eğer dram meraklısıysanız kaçırmayın derim ve giderim.







17 Aralık 2012 Pazartesi

Pride and Prejudice (Aşk ve Gurur)



Bir sürü başka versiyonu olmasına rağmen ben 2005 yapımı Keira Knightley ve Mathew Macfadyen'li versiyonunu ele alacağım. Bir kere film kitabın birebir aynısı. Kitabı ya da filmi daha iyi diyemedim ben. Mathew Macfadyen tam olarak kitabı okurken kafamda canlanan Darcy olmuş. Aşk ve Gurur hem kitap olarak hem film olarak en iyi aşk romanı veya filmi kategorisinde ilk 5imde. En güzel özelliklerinden biri de son zamanlarda tersini göre göre, okuya okuya unuttuğumuz masumiyet var filmde. 



Bir saniyeliğine elleri birbirine dokunduğunda ki bakışları filmi en iyiler arasına sokan belki de. Darcy'nin bu ufacık dokunuştan sonra elini açıp kapattığı sahne filmdeki favori sahnem.


Yaşantıları, sosyal statüleri, karakterleri hiç uyuşmayan iki karakterin çarpışması var filmde. Darcy'nin soğuk, karizmatik duruşunun yanında Elizabeth'in gururlu, gerçek aşkı, sevgiyi arayan duruşu var. Elizabeth bir kasabada yaşayan, annesinin zengin bir koca bulması için yaptığı baskılara rağmen sevmeden evlenmeyeceğini vurgulayan, orta halli bir babanın kızıdır. Mr. Darcy ise ülkenin en zenginlerinden biridir. Ve tabi ki başta teyzesi olmak üzere çevresi kendisine layık olmayan bir kızla evlenmesini uygun bulmaz.




Bu yüzden Darcy'nin kendisine rağmen aşkını itiraf edişi belki de bu filmi bu kadar güzel yapan.

"-Mantığımla, ailemin beklentileriyle, benden alt tabakadan olmanızla ve kendi mevkiim ile çarpıştım. Bütün bunları bir kenara bırakacağım ve sizden ıstırabımı sonlandırmanızı isteyeceğim.
- Anlamıyorum.
- Sizi seviyorum."


Filmdeki bir başka çok etkileyici bulduğum sahne ise Darcy'e olan aşkını hiç bir zaman kabullenmemiş olan Elizabeth'in Darcy'nin heykeli karşısında zamanı, nerede olduğunu unutarak kalakalması. Bir insanın kendisine bile itiraf etmediği bir aşkı bize çok güzel yansıtan bir sahne bu.


Ve de tabi ki Jane Austen'ın da yapmaya çalıştığı gibi yüzünüzde bir gülümseme bırakarak biten filmlerden Aşk ve Gurur. Darcy'nin en son söylediği "I love, i love, i love you" su da bugüne kadar söylenmiş en güzel i love you bence. Aşk ve Gurur tek bir öpüşme sahnesi bile olmadan nasıl mükemmel ve bu kadar romantik olabilen bir aşk filmi çekilir sorusunun cevabı bence. Son olarak imdb puanı 7.7dir.








Becoming Jane(Aşkın Kitabı)


Sırada 2007 yapımı yazar Jane Austen'ın hayatını anlatan Becoming Jane var. Türkçeye Aşkın Kitabı gibi berbat bir isimle çevrilmiş o yüzden orijinal adını kullanmayı tercih ediyorum. Anne Hathaway ve James McAvoy başroldeler. Gerçek bir hayattan alınmış olması filmin etkileyiciliğini kat kat artıyor.


Jane Austen'ın en çok bilinen kitabı Pride and Prejudice yani Aşk ve Gurur bildiğimiz gibi. O yüzden ben iki filmi kafamda birleştirdim birbirlerinden ayrı düşünülmemeliler bence. Jane, kadınların yazmasının ayıplandığı, zengin koca bulup evlenmenin onlardan tek beklenen şey olduğu bir dönemde yaşamış. Ama yazmak onun tutkusu. Hayatı şehirli, amcasının yanında mahkemede çalışan Tom Lefroy(James McAvoy) un kasabaya gelmesiyle değişiyor. Tom biraz şımarık, ukala, kasaba hayatını küçümseyen biri. Aşk hikayesi aslında gerçek olmasının dışında farklı bir hikaye değil. 


Ancak film çok hoş ayrıntılara sahip. En alta videosunu da koyacağım bir dans sahnesinde Jane'in karşısına birdenbire Tom'un çıktığı bir sahne var ki gerçekten tam olarak evet bu kadın aşık dedirtiyor. Gözlerinin  Tom'u görmeden öncesindeki arayışı, mutsuzluğu sonra birdenbire gözlerinin gülmesi, o çaktırmamaya çalıştığı mutluluğu Anne Hathaway çok güzel yansıtmış.


"Beraber olamazsak yaşamanın ne anlamı var ki?" diye soruyor Tom Jane'e ancak malesef çok iç burkan bir hikaye onlarınki. Jane'in tüm kitaplarında mükemmel evlilikler ve mutlu sonlar yazmış olması içinizi parçalıyor. Aynı şekilde Tom Lefroy'un kızının adını Jane koyması ve Jane'in ömrü boyunca hiç evlenmemesi de filmi izlenilen en iyi aşk filmlerinden biri yapıyor.


                                   

İlk bu filmi izledikten sonra üstüne bir de Pride and Prejudice izlerseniz aşka doymuş oluyorsunuz. Imdb puanı 6.9dur diyorum ve Pride and Prejudice yazısı yazmaya geçiyorum hemen.



16 Aralık 2012 Pazar

Remember Me (Beni Unutma)


Sırada favori filmlerimden biri olan 2010 yapımı Remember Me var. Robbert Pattinson ve Losttan tanıdığımız Emilie de Ravin başrolde. Robert Pattinson adını görmek bir kısım için ki bu kısım genelde ergenlerden oluşuyor filmi izletmeyi sağlasa da büyük bir kısım izleyici Twilight serisinden dolayı Pattinson'a önyargılı. Ama Remember Me kesinlikle izlemeye değer bir film. 


Aslında klasik bir aşk hikayesi olarak başlıyor film. Tyler(Robbert Pattinson) üniversitede okuyan, abisi intihar etmiş, babasının parasını almayı reddeden bir gençtir. Bir gün bir kavgada Ally'nin(Emilie deRavin) polis babasından haksız yere dayak yer ve intikam için Ally'le görüşmeye başlar. Aşık olurlar(tabi ki) falan filan klasik başlar. Ama kesinlikle anlattığı şey aşkın çok ötesinde.


Remember me bir aşk filminden çok iyi bir aile draması. Aile ilişkilerini çok güzel irdeler filmde. Baba ihtiyacını, sevgiyi, güveni anlatır film. Ayrıca da 20li yaşlarda bir gençseniz hayatınızı sorgulatır. 
"22 yaşındayken, Gandhi'nin 3 çocuğu, Mozart'ın 30 senfonisi vardı ve Buddy Holly ölüydü. Bana bir keresinde, "Parmak izlerimiz dokunduğumuz hayatlardan silinmez." demiştin. Bu herkes için geçerli mi? Yoksa sadece şiirsel bir zırvalık mıydı?"


Filmin en güzel ilişkilerinden biri Tyler ve kardeşi Caroline arasında olandır. Bu kadar saf bir sevgi ve bağlılığı anlattığı için bile izlenmesi gereken filmdir Remember Me.


Gelmiş geçmiş en şaşırtıcı sonlardan da birine sahiptir. Çok fazla sonu hakkında konuşmak istemiyorum ama eleştirildiği gibi Amerika propagandası yaptığını düşünmüyorum. Imdb puanı henüz 7.1dir. Keşfedilip bir gün artacağını umut ediyorum. Ve en çok akılda kalınan repliğiyle bitiriyorum.

"Hayatta ne yaparsan yap, önemsiz olacaktır. Ama senin yapman çok önemlidir. Çünkü başka kimse yapmayacaktır."










15 Aralık 2012 Cumartesi

The Hobbit: An Unexpected Journey (Beklenmedik Yolculuk)



Eveeet sıcak sıcak The Hobbit serisinin ilk filmi Beklenmedik Yolculuk'u hafızamda ölümsüzleştiriyorum hemen. Bu senenin en çok beklenen filmi, Lotr sevdalılarını heyecana boğan film The Hobbit. Bizim neslin alternatif dünyası Orta Dünya. Hobbit'i de izleyince Yüzüklerin Efendisi'ni Orta Dünya'yı ne kadar çok özlediğimi farkettim. Benim için Hobbit sadece Orta Dünya'yı yeniden görmek demek oldu sanırım. 


Asıl büyük savaşı Lotr da gördüğümüzden midir nedir bir Yüzüklerin Efendisi'nin yerini doldurması mümkün değil ama bu film kötü ya da vasat demek değil. Yine mükemmel görüntüler, mükemmel bir Orta Dünya şöleni vardı filmde. Aksiyon hep üst noktalarda. Ayrıca da mükemmel savaş ve gerilim sahnelerine rağmen Sauron daha güç kazanmadığı için Yüzüklerin Efendisi'nin o karanlık havası yok. Bu durum da filmin daha eğlenceli olmasını sağlamış. 


Filmin en başta Frodo ve yaşlı Bilbo'yla başlamasına bayıldım. Ayrıca da Bilbo Baggins'in gençliği pek de sevdiğim bir karakter olmayan Froda'ya göre çok çok daha sevimli ve sempatik.


Filmin konusundan falan bahsetmeyeceğim. Zaten Lotr seven herkes izleyecektir sevmeyen de okumaz. 


Saruman, Elrond ve Galadriel'i görünce heyecanlandım. Keşke cüceler yerine elflerin bir hikayesi anlatılsaydı. Neyse belki Peter Jackson buna da el atar. Cüce karakterler kötü olduğundan değil bu da. En azından soğuk, kasıntı elflerden eğlenceliler.


Ama elflerin şehirleri ve zerafetleri izlemeye doyulmaz tabi.


Son olarak film şimdiden imdb'de 8.7 gibi bir puan kazanmış diyorum ve herkese yeniden bir Orta Dünya şöleni izlemeyi tavsiye ediyorum.



Buraya da eklemeden yapamadım Misty Mountains sen ne güzel bir şarkısın...