5 Ocak 2013 Cumartesi

In the Mood for Love (Fa yeung nin wa-Aşk Zamanı)


2000 yapımı Uzakdoğu sinemasının şiir gibi filmlerinden bir Wong Kar-Wai filmi In the Mood for Love. Çok fazla diyalog, karakter yok. Daha çok bir şiir gibi ya da Yumeji's theme denen harika müziğin klibi gibi film. Filmi sevip sevmediğime karar veremedim açıkçası. Hoş bir konusu var. Güzel ayrıntıları var. Ama bana inanılmaz sıkıcı geldi ve sonunda ister istemez noldu yani şimdi ben anlamadım dedirtti. 


Kısaca filmin konusundan bahsedersek kapı komşusu bir kadın ve bir adamın kocasının ve karısının ilişkilerini fark etmeleriyle aralarında bir dostluk, bir çekim başlar. Zamanla bir hayatı paylaşmaya başlarlar. Filmde en çok aklımda yer eden replik neden birlikte olamadıklarını ve olamayacaklarını açıklayan "Biz onlar gibi olmayacağız." cümlesi oldu. Ayrıca esas çiftimizi aldatan kadın ve adamın yüzlerinin hiç gösterilmemesi de filmde en çok hoşuma giden şeylerden biri oldu.


Genel olarak yine aşkın somutlaştığı ve gözle görünür hale geldiği filmlerden bu. Hiçbir şey konuşulmasa da bildiğiniz filmlerden.
İkilinin ilişkisinde en çok sevdiğim şeylerden biri yaptıkları provalar oldu. Hele adamın gitmesinin ve birbirlerinin hayatlarından çıkacakları günün provası, ve kadının hıçkırıklara boğulması, adamın onu teselli edişi bana göre filmin en güzel sahnesiydi.


Bu filmde ya da Uzakdoğu sinemasında en çok sevdiğim şeylerden biri aşkın fiziksel temasa bağlı olmadığının vurgusu. İki insanın birbirlerine hiç dokunmadan da, birbirlerini tutkuyla sevebileceğini gösteriyor film. Ayrıca en sonunda adamın aralarındaki bu aşkı, büyük sırlarını sadece ve sadece duvardaki bir deliğe söylemesi ve delikte yeşeren çiçekler de çok hoş bir ayrıntı olmuş

"O kaybolan yılları hatırladı. Sanki tozlu bir pencereden bakar gibi, geçmiş görebildiği, ama dokunamadığı bir şeydi. Ve gördüğü her şey bulanık ve belirsizdi."

Son olarak, imdb puanının 8.1 olduğunu belirterek sözlerime son veriyorum.





1 Ocak 2013 Salı

The Fall (Düşüş)


2006 yapımı Tarsem Singh'in elinden çıkmış bir görsel şölen The Fall. Masal tadında diyeceğim ama zaten bir masalın filmi. Rengarenk bir hayal gücü ürünü. Başrollerinde Lee Pace ve Catinca Untaru çok doğallar. Herkesin sıkılmadan, severek izleyeceğine garantim yok ama sırf görselliğine verilen emek için bile izlenmeyi hak ediyor sanki. Tamamlanması 4 yıl süren film için 18 ülke ve 26 farklı mekanda çekim yapılmış.


Anlatılmaz yaşanır filmlerden The Fall. Roy Walker(Lee Pace) dublörlük yaparken düşer, sakatlanır ve hastanede küçük Alexandria'yla (Catinca Untaru) tanışır. Küçük kızın kendisine morfin getirmesi için onunla arkadaş olmaya çalışır ve bir masal anlatmaya başlar. Böylece masalımız da başlamış olur.


Masalın yavaş yavaş karakterlerin gerçek hayatlarıyla özdeşleşmesi, Alexandria'nın da masala katılması çok güzeldir.
"-Neden herkesi öldürüyorsun?
+Benim masalım bu
-Benim de masalım"


Ayrıca masaldaki her bir karakter de ayrı ayrı orijinal başlı başına bir masal kahramanıdırlar. İzlerken siz de kendiniz o masalın içerisinde bulup, Alexandria'yla birlikte o masalı yaşıyorsunuz.


Görsel olarak mükemmel sahnelerinin yanında, çok da güzel müziklere sahip bir film. Filmin en çok paylaşılan repliğini de koymazsam olmaz.
"Ne tuhaf bir dünya. Bir gün ona aşık oluyorsun başka bir gün onu binlerce kez öldürmek istiyorsun."

Son olarak her zamanki gibi 7.8 imdb puanı olduğunu belirtiyorum ve The Fall'u da kataloğuma katmış oluyorum.





Uzun Hikaye(2012)


Mustafa Kutlu'nun kitabının uyarlaması olan Uzun Hikaye bu yılın, yani artık geçtiğimiz yıl oluyor izlediğim en iyi Türk filmi bence. Kenan İmirzalıoğlu ne yapsa izlerim zaten. Bu filmde de yine kendisi beklentilerimi karşıladı. Ali(Kenan İmirzalıoğlu) ve Minure(Tuğce Kazaz) kaçarak evlenmiş, oğulları Mustafa'yla birlikte kasaba kasaba gezen bir çifttir. Minure, doğum sırasında hayatını kaybeder ve bir baba oğul hikayesi başlar.


Uzun Hikaye; sıcak, sakin bir film. Bol aksiyonlu, heyecanlı değil ama yine de sürüklenip gidiyor. Filmin içine girip bir hayatı Ali ve oğlu Mustafa'yla birlikte yaşıyorsunuz. 


Oturup böyle ailecek izlenecek film Uzun Hikaye. Yalnız bir babanın sadakatle oğlunu büyütüşünün hikayesi.


Film hakkında pek bir şey yazmayacağım.Üzüldüğüm nokta Recep İvedik gibi bir seri gişe rekorları kırabilirken Uzun Hikaye gibi kaliteli bir filmin maalesef çok rağbet görmemesi. Türk filmlerinde imdb puanı vermek biraz anlamsız ama yine de 869 kullanıcının oyuyla 7.9 imdb puanına sahip olduğunu belirteyim ve sözlerimi bitireyim.






29 Aralık 2012 Cumartesi

Anna Karenina (2012)


Anna Karanina benim uzun zamandır beklediğim filmlerden biri. Kitabını yıllar önce okuduğumda çok sevmemiştim. Ama filme büyük beklentilerle gittim. Yönetmeni Joe Wright'ı Pride and Prejudice ve Atonement'dan tanıyorum. İkisi de çok sevdiğim filmler. Keira Knightley'e eski zaman kıyafetleri içinde bayılıyorum. Matthew Macfadyen ve Jude Law da çok sevdiğim oyuncular. Vronski karakterinde açıkçası Jude Law yerine Aaron Taylor-Johnson diye birini görünce biraz hayal kırıklığına uğradım ama yine de benim için efsane olmaya aday bir filmdi.  


Ancak malesef olmadı, sevemedim ben bu filmi. Bir kere filme verilmiş tiyatro havasındaki sahne geçişlerini sevmedim. Filme girmemi zorlaştırdı. Filmin ilk yarısı çok sıkıcı geldi bana. Gereksiz sahneler uzatılıp, gerekli sahneler aceleye getirilmiş sanki. Anna Karenina'nın o en başta herkesin hayran olduğu, güçlü kadın imajı da bana pek verilmemiş gibi geldi.


Genelde dönem filmlerinin dans sahnelerine bayılırım. Bunda da ortam, görsellik, kıyafetler hoşuma gitti. Ama dans türünden mi neyse artık bana bu dans çok tuhaf geldi. Maalesef Karenina ve Vronsky'nin aşklarının neredeyse başlangıcı olan bu sahneyi de sevemedim.


Sevdiğim nadir sahnelerden biri, Anna Karanina Vronsky'nin yarıştığı at yarışını izlerken, Vronsky düşünce, Vronsky'nin ismini haykırdığı sahne oldu.


Anna Karenina kitap olarak, Anna'nın iç dünyasına fazlasıyla girer. Anna; aşkı için kocasını, onurunu, toplumdaki yerini, arkadaşlarını en önemlisi oğlunu bırakır. Herkes tarafından dışlanır ve elinde kalan tek şey aşkı olur. Vronsky ise hayatına devam eder. Bir süre sonra Anna kıskançlık krizlerine girer, sürekli sorun çıkarmaya başlar. Vronsky ise yavaş yavaş bundan sıkılmaya başlar.  Aslında kendi edebiyatımıza bakarsak Aşk-ı Memnu'yla çok büyük benzerlik taşır. Tolstoy, Anna karakteri için mükemmel bir ruhsal analiz sunar.Ben filmde bunu göremedim. Sonlara sıkıştırılmış birkaç kıskançlık krizi, birkaç kavga vardı. Ama hepsi sadece Anna'nın paranoyası gibi gösterilmiş. Anna'yı intihara sürükleyen olaylar çok hızlı geçilmiş. Ve sonunda Anna o raylara gittiğinde aslında aşkının ellerinden günden güne gittiğini gördüğü için gider. Anna aşkını canlı tutmak için elinden geleni yapar ama attığı her bir adımda daha çok bataklığa saplanır. En sonunda kendisini öldürerek Vronsky'nin içinde kendisini ölümsüz aşk yapmış olur. Ama ben filmde bunu hiç göremedim. Sonunda Anna'nın intiharından sonra Vronsky'e hiç değinilmemesi de eksik geldi bana. Çünkü kitapta insanı en mutlu eden şeylerden biri Anna'nın amacına ulaştığını görmekti.

Çok fazla uzatıp diğer karakterlere falan girmek istemiyorum. 7.1 imdp puanı olduğunu söyleyip kitaptan bir cümleyle sözlerimi sonlandırıyorum. 
"Vronski Anna’ya, kopardığı solmuş bir çiçeğe, onda artık onu koparmasının sebebi olan güzelliğini görmeden bakan bir insan gibi bakıyordu."





26 Aralık 2012 Çarşamba

500 Days of Summer (Aşkın 500 Günü)



2009 yapımı Marc Webb filmi 500 Days of Summer'ı koleksiyonuma ekliyorum bugün. Başrollerinde Zooey Deschanel ve Joseph Gordon-Levitt'i bulunduran film "This is not a love story. This is a story about love" sloganıyla karşımıza çıkıyor. Benim efsane film listemde bulunan bir film 500 Days of Summer. Her ayrıntısı çok güzel düşünülmüş, her sahnesi çok güzel çekilmiş. Aşık olma hissini belki de en güzel anlatan, anlatabilen filmlerden biri.


Harika soundtracki, harika çekimleri olan izlenebilecek en gerçek hayata ait film belki de. Favori sahnelerimden biri Summar'a aşık olan Tom'un(Joseph Gordon-Levitt) karşılık aldıktan sonraki, arabanın camında kendisini süper yakışıklı görmesiyle başlayan ve tüm insanlığın onunla dans ettiği sahnedir ki evet aşk böyle bir his işte dedirtmiştir.

Dediğim gibi ayrıntıları, replikleri çok ince düşünülmüş bir filmdir 500 Days of Summer.
"154. Gün
Bilemiyorum dostum. Kesinleşti galiba. 
Summer'a resmen aşık oldum.
Gülüşünü seviyorum.
Saçlarını seviyorum.
Dizlerini seviyorum.
Boynundaki kalp şeklinde olan doğum lekesini seviyorum.
Konuşmadan önce bazen dudaklarını yalamasını seviyorum.
Gülerken çıkardığı sesleri seviyorum.
Uyurken ki halini seviyorum.
Bu şarkıyı her duyduğumda aklıma onun gelmesini seviyorum.
Bana hissettirdiklerini seviyorum.
Sanki her şey mümkünmüş gibi. 
Sanki yaşamaya değermiş gibi.
322. Gün
Summer'dan nefret ediyorum.
Yamuk yumuk dişlerinden,
1960'lardan kalma saç kesiminden...
kemikli dizlerinden 
boynundaki ezilmiş hamam böceğine benzeyen lekeden nefret ediyorum.
Konuşmadan önce dudaklarını yalamasından nefret ediyorum.
Gülerken çıkardığı sesten nefret ediyorum.
Bu şarkıdan nefret ediyorum!"

Bir başka favori sahnem de filmdeki beklentiler ve gerçek sahnesi. Yukarıdaki fotoğraf anlatıyor zaten bu sahneyi başka söze gerek kalmıyor.


Filmin sonunda Summer başkasına aşık olur ve o aşka inanmayan, gerçekçi kız gidip yerine tüm düşünceleri değişmiş bir Summer gelir.
"-Bir sabah uyandığımda biliyordum.
+neyi biliyordun?
-seninleyken asla emin olamadığım şeyi."

Ben bu filmde bir sürü insanın aksine Summer'a hiç kızmadım. Her iki karakter de, ilişkileri de, duygular da o kadar gerçekçi ki filmde bir tane laf söyleyecek şey bulamıyorum.


7.8 imdb si var ama kesinlikle romantik film kategorisinde benim başyapıtımdır kendisi. Olur da gözü buraya çarpıp izlemeyen varsa kesinlikle hemen şu anda bulsun ve izlesin diyorum ve sözlerimi bitiriyorum.





The Ides of March (Zirveye Giden Yol)


2011 yapımı Ryan Gosling ve George Clooneyli The Ides of March'ın yönetmeni de George Clooney. Kötü bir film değil ama izledikten birkaç ay sonra hakkında çok şey hatırlanacak bir film de değil. Clooney'e Mike Morris karakteri çok yakışmış. Karizmatik, hitabeti mükemmel politikacı tam oturmuş üstüne. Ryan Gosling de idealist yardımcı konusunda çok iyi durmuş. Film, Stephen'ın (Ryan Gosling) idealizmden politikanın gerçeklerini kabullenip, kendi kariyeri için oyunu kurallarına göre oynamayı öğrenmesinin hikayesi ana konu olarak.


Ama Amerika'nın politik işleyişini çok fazla bilmeyince filmi anlamak biraz zorlaşıyor. Çok fazla politik geldi bana. Verdiği mesaj sanki biraz politika da tamamen iyi taraf yoktur ama kötünün iyisi vardır gibi geldi.

Filmde iyi oyuncular, iyi oyunculuklar birkaç iyi aforizma var onun dışında pek bir şey yok.
"Onların yerine geçmedikçe birilerini yargılamak küstahlıktır." 

Ayrıca da filmde aklımda en çok kalan sahne de milyon dolarlar harcayıp seçim kampanyası yürüten bir ekibin 900 dolar çıkaramaması oldu. 


Film hakkında pek iyi bir şey yazmadım ama kötü bir film olduğunu da düşünmüyorum. Ryan Gosling ve George Clooney için izlenir. Imdb'si 7.2 diyorum ve bitiriyorum.




23 Aralık 2012 Pazar

The Painted Veil (Duvak)


2006 yapımı Somerset Maugham'ın kitabından uyarlanmış Edwart Norton ve Naomi Watts'ı buluşturan The Painted Veil en iyi aşk filmleri listemin ilk 5'inde. Aşkın bir insanın hayatını nasıl güzelleştirebileceğini en güzel anlatan film belki de. Bu filmi unutulmaz yapan o kadar çok şey var ki. 

Kitty(Naomi Watts) ve Walter(Edward Norton) tamamen birbirinden farklı hayatlar yaşayan, çok farklı hayatları yaşamaktan hoşlanan iki insandır. Walter bir partide gördüğü Kitty'e ilk görüşte aşık olur ve evlenme teklif eder. Kitty de annesinin baskıları nedeniyle bu teklifi kabul eder. Tanışma sahnelerinde çalan Erik Satie'nin gnossienne 1i ise filmle birlikte beynime kazındı.


Film Kitty'nin Walter'ı aldatması ve Walter'ın da bunun üzerine Kitty'i alıp Tayland'ın kuş uçmaz kervan geçmez bir kasabasındaki kolera salgınını çözmek üzere çıktığı yolculukla başlıyor. Flashbacklerle birlikte hikaye devam ediyor. 


Birlikte yapmak istedikleri hiçbir şey olmayan, tamamen farklı şeylerden hoşlanan bir çiftin birlikte olmayı öğrenme hikayesi bu.
"-Biz insanlar, senin o şapşal mikroplarından çok daha karmaşık yapıdayızdır. Bir anımız bir anımıza uymaz. Hatalar yapar, hayâl kırıklığına uğrarız.
+Evet, kesinlikle uğrarız.
-Çok üzgünüm. Olmamı istediğin o harikulade kadın olamadığım için çok üzgünüm! Ben yalnızca, sıradanım. Asla olmadığım biri gibi davranmaya çalışmadım.
+Hayır, kesinlikle çalışmadın.
-Tiyatrodan, dans etmekten ve tenis oynamaktan hoşlanırım. Oyun oynamayı severim. Oyun oynayan erkekleri severim. Tanrı beni affetsin, ben bu şekilde yetiştirildim.
+Aslında ben de çılgın briç oynarım.
-Aman ne heyecan verici! Hele sen! Beni Venedik'te o bitmek tükenmek bilmeyen müzelere sürükleyip kanalların mucizeleri hakkında zırvalayan ve iç deniz midir nedir, o şeyin niteliklerini anlatıp duran sen değil miydin? Açık söyleyeyim, Sandwich'te golf oynasam çok daha mutlu olurdum.
+Sanırım haklısın. Birbirimizde, hiç sahip olmadığımız nitelikleri aramak aptallıktı."


Ama benim için filmi asıl unutulmaz yapan Kitty'nin üstünden aşkın nasıl bir şey olduğunu anlatması oldu. İlk geldiğinde her şeyinden nefret ettiği kasabada mutsuzluktan ölen bir Kitty vardı. Her yer karanlıktı her şey oradan kaçıp gitme isteği veriyordu. Sonra yavaş yavaş kocasını sevdikçe yüzündeki gülümseme, her şeye pozitif bakması kısacası aşkın getirdiği mutluluk bu filmde o kadar güzel verilmiş ki. 

   
                                  

Son olarak filmin sonunun bu kadar etkileyici olmasında çok katkısı olan ve sözlerini anlamasak da bir şarkının insanın içine işleyebileceğini gösteren a la claire fotaine'i koymasam olmazdı. Imdb puanı kesinlikle daha fazlasını hakettiği bir 7.5'tur diyorum ve The Painted Veil yazımı da sonlandırıyorum.